Dışarısı bir hayli soğuk, yağmur çiseliyor. Kendimi camdan süzülen yağmur damlalarını izlerken buluyorum. Beynimdeki düşünceler yere sert adımlarla basan, düşman askerleri gibi kol geziyor. Düşünceler yoğunlaştıkça, acımasızca süngüsünü saplıyor ruhumun yaralı duvarlarına. Her dokunuş daha çok kanatıyor kabuk tutan yaralarımı…
Aslında aklımdan geçenler hayatın içinde karşılaştığımız o açılmaz kapılar, yıkılmaz duvarlar ve çıkmaz sokaklar…
Yara almamak için olağan gücüyle kaçıyor içimdeki çocuk ama nafile sonra nefessiz kalıp yığılıyor sessizce bir kenara.
Yorgunum çok yorgunum…
Dinlenmek istiyorum fakat aklım uyuyor ama ben uyuyamıyorum. Düşüncelerle kendime yönelttiğim soruların can yakmasından uzaklaşmak için nereye gittiğini bilmediğim bir trene biniyorum. “Dün” bütün kalabalığı ile karşımda beni yolcu etmek için, “Yarın” ise sisli bir hava görünürde yok…
Damlacıkların seyrine daldığım “O” an derin bir iç çektiğimi hissediyorum. Kulağımda duvarda asılı saatin tik tak sesleri. Sanki “yeter artık ne düşünüyorsun?” der gibi. Camdan süzülen her bir damla ile düşüncelerimde kaybolduğum labirentten şimdi adım adım çıkışa doğru ilerlediğimi fark ediyorum.
Sonra Dostoyevski’nin
 “Diyelim ki, derin bir acım var, karşımdakinin acımın ölçüsünü tam olarak öğrenmesi olanaksızdır. Çünkü o hiçbir zaman benliğime gitmez, sadece bir başkası olarak kalır.”
Sözlerini hatırlıyor ve hiç kimseyle konuşmadan masama oturup hayata kaldığım yerden devam ediyorum…
 
Burcu RAMAZANOĞLU